18 Ekim 2011 Salı

ARTIK BASBAYA KONUŞUYORUZ...



Konuşmak ne kelime, şakıyoruz. Şarkılar söylüyoruz, "şuraya bir kuş konmuş" ve bilumum tekerlemeleri söylüyoruz. Mesela "komşu komşu oğlun geldi mi, ne getirdi, incik boncuk, kime kime, sana bana..." diye giden favorilerimizden. Her yaşıtı gibi o da hafızaya sürekli atttıklarını şimdi yeri gelince hhoop diye çıkarıp yerinde kulanıyor. Bazen de bizi çok eğlendiriyor!

Oynarken:
- Anne sen şimdi gel, poponu aşağı indir burda, ben sandalyeye çıkayım, burdan tırmaniim sonra popondan sırtına, maymun gibi. Öyle bir operasyon yapalım yani...

Uyku saatinden klasik diyaloglar:

- Ben şimdi uyumiyim, birazcık babayla Baby seyrediim, sonra hemen gelip uyim burda istersen, ne dersin?


- Deniz, kitap okuyalım gel.
- Ben uyumucam.

- Denizcim, süt içer misin?
- Ben uyumucam.


Ben komik bişey yapınca:
- Hahaha, bu anne ne komik ya!

Televizyonda beğenmedeiği bir yetişkin kanalı açılınca:
- Bu ne be?

Kendisi komik bişey yapınca:
- Şu işime bak anne , haha!

Geçenlerde birşeye şaşırınca ettiği laf bizi şok etti:
-OH MY GOD! diye bağırdı basbaya!

Birşeyler anlatırken:
- Falan filan falan filan ma ma ma. (ma ma ma nın ne olduğu konusunda bilgimiz yok!)

Bir de masal anlatmaya başladı bizimki:
-Bir varmış, bir yokmuşş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde , develer tellal iken, pireler beber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar ikeeeen (buraya kadar hepsi tastamam!) bir .......... varmııış. (o sırada elindeki kitapta ne resmi varsa o.) Bu ........ annesine gidiyomuşşş. Annesi ona mama yediriyomuşşş.Bu masal da burda bitmişşşş...
Yani sanırım masalı anlatmaktan çok başındaki "evvel zaman içinde.." kısmını söylemekten zevk alıyor!

Bir de bu aralar favori oyunlarımız "mış gibi yapmalar". Yani mesela "sen anne değilsin sen şimdi Denizsin ben de Deniz değilim Kaan abiyim" diyor ve sonraki büttüüün günlük diyaloglar bu şekilde. Bir kere 3 gün sürdüğü bile oldu bu oyunun.
Bir de evde eline geçen irili ufaklı bütün kutuları elinde gezdirip "anne bak, içinde kedi var" diye bana gösteriyor. KEdiyi ordan bazen alıyor, seviyor geri koyuyor. Veya yemek yediriyor. Ben de aynısını yapıyorum onunla beraber. Ama birisi unutup o kutuya bir şey koymaya görsün!!! En ufak bir şey de koysan kıyamet kopma sebebidir : "Ama o oorda kediii vaaaarrrrr koymmmaaaaa!!!!!" :)





16 Ekim 2011 Pazar

Farid Farjad Konseri


Dün Faird Farjad konserindeydik. Uzunca bir zamandır yapmadığımız bir güzellikti konsere gitmek. Farid Farjad benim için daha önce Emin'in evinde bulduğum, onun tavsiyesiyle dinlediğim ama o an modumda olmadığımdan herhalde, sıkıcı bulup dinlemeyi yarım bıraktığım bir Cd'den ibaretti. Dün itibarıyla ise çok daha fazlası.

"Kemanı ağlatan adam" sıfatını fazlasıyla hak ediyor, hatta "kemanı konuşturan" veya "kemana ağıt yaktıran" bile denebilirmiş bence. Bir kemandan çıkabilecek her tür sesi kullanarak çalıyor sanki. Bu koşuşturmalı ve hep meşgul hayatımızda son zamanlarda kendimiz için yaptığımız en iyi şeydi bu konsere gitmek. Dinlerken kendimi hayata bir mola vermiş, ruhumu besliyor gibi hissettim. İnsan sanki böyle bir sanat eserinin kakrşısında insan olduğunu daha bir hissediyor, çünkü bu bizi diğer bütün canlılardan ayıran bir beceri dedim kendi kendime. İşte bu "SANAT" dedim. İnsanoğlunun dehasından başka birşey değil. Bunu yapmak, yaratabilmek müthiş bir deha, hissetmek ve bununla ruhunu doyurabilmek ise büyük bir lütuf.
Emin "konseri dinle bak, sonunda CDsini almak isteyeceksin" demişti başlarken, ben ise keman çalmayı öğrenmek istedim. Hep istediğim birşeydi aslında bir enstrüman çalmayı öğrenmek, bilmem ki 31 yaş çok mu geçtir :)

Benzeri bir duyguyu Amsterdam'da Van Gogh müzesini gezerken zeytin ağaçları resimlerinin önünden ayrılamadığımda yaşamıştım. Ne var ki sanırım resim bu anlamda daha anlaşılması, algılanması zor. Bir kere o orada olsa ve yıllarca dursa da sen bakmadığın sürece göremezsin, ve senin için yoktur. Bakman, fark etmen ve baksan da bir de "görmen" gerekir. Oysa müzik senin onunla ilgin olmadığı bir anda bile kulaklarından girer içine ve benliğini kaplayıp seni kendine çeker. Bir yolunu bulur, bazen farkında bile değilken seni içine çekiverir.

Farid Farjad'ın hüzünlü ve bazen de neşeli kemanı da bizi çepeçevre sardı, sarmaladı, insan olduğumuz için şükrettirdi. Bu kadar bam telimize dokunabilmesinin bir sebebi de şüphesiz İranlı olmasından dolayı ezgilerinde bulunan oryantel tınılardı diye düşünüyorum. Bir batılı müzisyenin kemanından bu kadar etkilenir miydik, bilemiyorum.

Yaşadığım "insanlık" duygusunun tam tersini ise Farid Farjad konserinin sonunda yaşattı bana. Çaldıklarıyla değil, anlattıklarıyla. Tabii bizim dinleyebildiklerimiz, kendisi de İranlı olduğu için fazlasıyla duygulanan tercümanın gözyaşlarının izin verdiğince çevirdikleriydi.Özetle şunları söyledi:

"Ben İstanbul'a defalarca geldim ve çok güzel bir şehriniz olduğunu düşünüyorum. Buraya olan aşkım çok eskilere dayanır. Yıllardır Amerika'da yaşıyorum. Ama vasiyetimde buraya, Türkiye'ye gömülmeyi istedim. Çünkü beni burada seviyorlar. Kendi ülkeme ise giremiyorum. Onlara da kemanımla mutluluk ve sevgi götürmek istiyorum ama onlar bundan korkuyorlar.
Orada sevgi günah.
Orada müzik günah.
Memleketimde anneler bebeklerine ninni söylemeye korkar hale geldiler.
Bundan büyük bir facia yoktur. "

18 Eylül 2011 Pazar

Kaybedenler Kulübü Film Müzikleri 13-14-18. Hele 13 ve 18!

Uzun zamandır ihtiyacım olan şey buymuş!
Kalbim titredi.
Ruhum silkinip kendine geldi.
İçimde sel gibi bir şeyler taştı, duvarları yıktı.
Canım istiyor ki tekrar tekrar dinleyeyim,
ağlayayım,
tutkuyla delice sevişeyim,
gözlerimi kapatıp kendimden geçeyim,
sürekli dinleyeyim onları,
ama hiç bıkmayayım...
Sadece gece, müzik ve ben.
Uyumayayım,
Karanlıkta aksın müzik içime,
Ben müziğin içinde kaybolayım veya.
Öyle yoğun ki sanki ona dokunabilirim.
Birazcık daha açsam sesini olacak!
Gidin bütün günlük tasalar, endişeler, görevler, gidin!
Bizi yalnız bırakın
Sadece gece, müzik ve ben.

19 Ağustos 2011 Cuma

Arkaya Dönük Bebek Koltuğuna Veda!

Geriye dönük koltuk alırken ne çok düşünüp araştırdığımı blogu izleyenler bilir. Şüphelerim olmasına rağmen sonunda daha güvenli olanı seçmenin rahatlığı ağır bastı ve geriye dönük seyahate karar verdim. Tabii diğer bu tip koltuk seçenler gibi ben de sürekli tanıdık tanımadık insanlardan "niye bu çocuğun koltuğu böyle, midesi bulanacak!" cümlesiyle milyon kez karşılaştım. Neyse ki mide bulantısı veya başka bir problem yaşamadan uzunca bir süre seyahat etti deniz. İstanbul'dan Antalya'ya ve Manisa'ya gidiş dönüşleri sorunsuz geçirdik. Hem de kaç kez. Ama son günlerde, sen bir aydır falan, Deniz araba koltuğuna oturmayı çok feci bir şiddetle reddetmeye başladı. Hatta işi büyüttü ve ben araba kullandığım, anneannesinin yanında oturduğu bir gün çıllgınca ağlayarak beni yanına istedi. Mecbur annem arabayı kullandı, ben hanfendiyi kucağıma aldım. Zaten bu durumlarda baştan hata yaptık, onu da kabul ediyorum. Ağlıyor diye 1-2 kere kucağa alırsanız olay bitmiştir, artık dizginleri çocuğun eline kaptırmış oluyorsunuz. Ben bu hatayı yaptım, aman siz yapmayın. Gelin görün ki hiç bir ikna veya korkutma çalışması, başka çocukları örnek gösterme, polisin bizim ricamız üzerine Deniz'e kızıp oturması konusunda uyarması falan, hiçbir şey işe yaramadı. Deniz kesinlikle koltuğu reddediyordu. Sonunda Çeşme dönüşü zorla oturtup ağlasa da zırlasa da kemerlerini bağladım. Zaten bir süre sonra bitmez gibi görünen ağlama sona erdi, hatta kendisine yaptığım oyunlar sonunda gülüp eğlenmeye bile başladı. Bİr-Birbuçuk saat güle oynaya gittikten sonra ani bir "anne al" krizini gene kucağıma almadan geçiştirdim ve kocaman bir kusmukla ödüllendirildim! O andan sonra da koltuğa oturtunca her seferinde kusmaya başladı. Analdık ki bir buçuk sensedir olmayan problem birden başlamış: Denizin geri geri gitmekten midesi bulanmaya başlamıştı. Başka çıkış olmadığını görünce öne dönük bir sonraki boy koltuğua geçiş yapmaya karar verdik. Bir sonraki boy 15-36 kiloymuş, Deniz de 14,5 kilo ve 96 cm. oldu. Yani olmaz değil.
Normal insanlar gibi, çok ince eleyip sık dokumadan, kafayı yemeden Joker ve ebebek mağazalarını gezip bir iki modele Denizi oturtup hemen karar verdik. GÜvenlilk testlerinden daha yüksek puanlar alıp "en güvenli" olarak tavsiye edilmesine rağmen kafalık kısmı biraz bunaltıcı görünüyor, ilerde Deniz sıkılıp oturmak istemeyebilir diye düşünerek Römer almadık. Maxi Cosi'nin bu sene çıkardığı güzel, ferah, kırmızı koltuğu seçtik. Deniz şu an çok severek ve beğenerek kendisi biniiyor koltuğuna. Anne baba kemeri bağlıyor olduğu için de ayrıca gururlu. (Bu boy koltuklarda normal kemer özel bir yuvadan geçirilip bağlanıyor) . Ön koltukta kimse oturmadığı zaman koltuğun kafalığını çıkarıyorum, ön tarafı da apaçık görüyor. Bana "anne büyük kamyon gördüm, anne yeşil ışık yandı, anne mavi arabada abi gördüm" diye kopilotluk yapıyor :) Umuyorum bu heves ve mutluluk geçici olmaz, hevesi geçince gene kriz çıkmaz. Ama çıksa da dersimi aldım, yeni koltuk bu konuda yeni bir tutumun başlangıcı olacak. Artık bahane yok, kucağa gelinmeyek! Mide bulatısı gene başgösterirse doktorumuzdan bir ilaç istenecek.

Herkese güvenli seyahatler. Umarım bebek koltuklarımızın güvenliğini test etme durumuyla hiç karşılaşmayız!

19 Mayıs 2011 Perşembe

Bağlar Ve Dağlar

Bağlar ve dağlar
Evet, istiyorum. Karar verdim ki ben bağda veya dağda bir ev istiyorum. Daha da iyisi Manisa’daki üzüm bağları, hem bağ hem dağ havası. Haydi o kadarı olmasın, bir arsası içinde olsun meyveli sebzeli. Deniz meniz , manzara falan peşinde de değilim ha, ayağım toprağa bassın, kızım oyun hamuru yerine çamurlarla oynasın, ağaca tırmanıp meyve toplayayım, çimen ve toprak kokusu alsın burnum. İşte budur. Buraya gelmeden önce çok gözümde tütmüştü zaten doğa. Bana böyle olur zaman zaman. Şehir üstüme üstüme gelir. Sadece betonuyla binasıyla trafiğiyle değil, şıklığıyla, yapaylığıyla, gösterişiyle, para hesap kitabıyla alışkanlıklarıyla gelir. Aslında garip, duyan da beni doğanın kucağında yaşayıp şehre sonradan gelmiş de alışmakta zorlanıyor sanır! Alakası yok, ama öyleymiş gibi hissederim işte. Bu aralar en kafamı kurcalayan meseledir, Deniz’in bilgisayar-okul-ev-dersane-özel ders-tüketim çılgınlığı döngüsü içinde yaşayan bir çocuk olmamasını sağlamak isteğim. Kendim de bu döngünün benzerinin içinde kaybolmuş bir yetişkin olmak istemiyorum.
İstiyorum ki doğayı seven ve tanıyan bir çocuk yetiştireyim. Ama senede bir okulla “organik tarım” gezisine giderek veya havyaları hayvanat bahçesinde ziyaret ederek değil. Nasıl anlatayım, bunlar onun hayatının doğal bir parçası olmalı. Benim hayatımın da. Hayatımızın bir kısmını, ne bileyim belki birkaç ayımızı geçirebileceğimiz, hafta sonları gidebileceğimiz bir kır-bağ-dağ vs evi. Bir büyük bahçe. Belki de tekrar üniversite yıllarındaki gibi kampçılığa başlamalıyım? Maaile. Denizle beraber çadırı alıp her seferinde başka bir doğa parçasını bahçemiz yapsak..
Neyse, hayali bırakalım, daha küçük ve gerçekçi hedeflerle başlayalım. Mesela İstanbul’a yakın ama doğa ile iç içe bir kulübe edinmek. Aklımız estikçe kolayca gidip gelebileceğimiz, lüksten uzak. Sonra şu işler güçler bir düzene girsin, ne olacağımız belli olsun da belki İzmir’e yerleşiriz. Hem Ege’nin denizine, doğasına yakın, hem küçük şehir, hem büyük. Aman zaten bu İstanbul iyi hoş da eziyetinden ve zorluklarından başka nesini yaşıyoruz ki allasen?
Ama şimdilik, bu yolda en kolay hedefi koyayım önümüze. Evi bahçe içinde olan arkadaşlar, bekleyin, her hafta sonu birinizdeyiz!

17 Mayıs 2011 Salı

Konuşmaya Başlama Sürecinden Şirin Notlar

/14 Nisan'da aldığım bir not/
Deniz'le beraber kuzeni Ada'yı anaokulundan almaya gittik. Bizimki Ada ablasına bayılıyor, Ada'ya gideceğiz deyince hemen kendi ellerini tutup "el ele, el ele. Ada" demeye başladı. Giyinmeyi, araba koltuğuna oturmayı itirazsız kabul etti, bir de oturunca "oturdummm" dedi. Ama asıl matrak laf Ada ile anaokulunun bahçesinde oynarken Deniz'in ettiğiydi. Ada biraz oynayıp bize "terledim" dedi ve üzerindeki montu çıkardı. Deniz bu olayı ilgiyle izliyordu, anladım ki kaydediyor. 15 dakika sonra bizimki montunu çekiştirerek bana bakıp şöyle şeyler söylüyordu "teleli, tedil, tiden" Anlaşılan Ada'nın montu çıkarmasına izin vermemizi sağlayan kelime neydi, tam hatırlayamamış :) Gel de izin verme!

/21 Nisan'da aldığım bir not/
Mimikler ve vücut dili olmadan tam olmayacak ama Denizle diyalogumuz:

Anne, tata. (popoyu göstererek)
Kaka mı yapıyorsun? 
Tata. Bebek?
Bebek de mı kaka yapıyor? 
Yok. Tata Deniz. Bebek çiş.
Peki kaka bitti mi? 
Yok. Daha.
Deniz tatayı nereye yapıyor?
Beze.  
Evet aferim . (Zorlandığını görünce) iiiihhhhh yap hadi !
İiihhhhhjj.  Oldu! 
Bitti mi?
Bitti. Anne miyu miyu. (lehçe bici bici nin karşılığı) 

Yani kızım artik derdini anlatıyor ve sorulara kısa cevaplar veriyor. Çok eğlenceli zamanlar yakın!

/17 mayıs, bugün/
Şimdi ise tarih 17 Mayıs ve deniz artık daha komplike cümleler kuruyor, güzel güzel konuşuyor. Mesela "anne elimi tut" "anne başka etek giydi" "emin bey geldi" cümleleri son günlerde onun ağzından duyup "vay kızıma bak" dediklerim. Bir de "pardon"u ve "ben de"yi çok doğru sekilde kullanıyor, ona bayiliyorum. :)     

6 Mayıs 2011 Cuma

Manisa'da Olmak

Bir haftadır Manisa'dayız. Normalde yaz tatillerinde Çeşme'ye gitmeden önce bir,en fazla iki günlüğüne uğradığımız baba memleketine bu sefer sadece babaanneyi ziyarete, rahat rahat kalmaya geldik. Hem de çok sıcak olan yaz mevsiminde değil her yerin yemyeşil olduğu, sıcacık havada yaz yağmurlarının tıpır tıpır camlara vurduğu, dağdan mis gibi orman havası yüklü hafif rüzgarların estiği bir bahar mevsiminde.

Bilmeyenler için belirteyim: Manisa Spil Dağı'nın eteklerinde kuruludur. Muhteşem Yüzyıl ile hayatımıza giren ve bu aralar çok gündemde olan Kanuni'nin ve bir sürü padişahın henüz şehzadeyken yaşadığı ve eğitim gördüğü "şehzadeler şehri" dir burası. Bir meşhur sakini de Manisa Tarzanı diye bilinen en eski çevre aktivistlerinden Ahmet Bedevi. Doğrusu ben Emin'le evlenip Manisa ile tanışmadan önce Manisa Tarzanı'nın gerçekten yaşamış biri olduğunu bilmiyordum. Bir film kahramanından başka birşey olmadığını sanıyordum. Meğer Ahmet Bedevi, hayatı boyunca üzerinde bir şort ile dağda yaşamış ve Manisa'yı ağaçlandırmak için çok çabalamış, 1963 te hayatını kaybetmiş bir çevreciymiş.

Küçük bir Ege şehri hayatını bir hafta hem turist gibi, hem de arabamla ilgili halletmem gereken bazı bürokratik işlemleri (ayrı bir yazı konusu) burada halletmem gerektiğinden bir Manisa'lı gibi yaşadım. İşte izlenimlerim:


- Banka, vergi dairesi, belediye gibi kurumlardaki işlerinin tamamını yürüyerek yarım günde halledip üzerine bir de çocuğunu parka götürüp akraba ziyareti yapabilirsiniz

-Mesafe yakınlığından başka bir avantaj her yerde bir tanıdık bulma ihtimalinizin yüksek olması. İşler daha çabuk hallediliyor tabii.

- Sağımız solumuz önümüz arkamız park. Çocuklar için şahane!

- Bir hastalık, bir problem mi oldu? Akrabalardan biri pazar alışverişini yapıp getiriverir, biri sabah ekmeğini alıverir, biri börek sarar getirir, biri doktora götürüverir... Yaşlılar için şahane!

- Burada parklardaki çocuklar çok daha kuduruk mu, bana mı öyle geldi? Sanki İstanbul parklarındaki çocuklar daha sakin oynuyor.

- Kesin olan bir şey var ki buradaki parklarda daha yaşı büyük çocuklar görmek mümkün. İstanbul'da 11-14 yaşlarındaki çocuklar ya bilgisayar ya ders başında olduğundan herhalde, parka falan gitmez. Gitmeyi "çocukça" görür sanırım. Burada o yaş grubu hala parkta.

- Sokakta köşeyi dönünce karşına yemyeşil dağ yamaçları çıkıvermesi harika bir manzara! Bazen yeşil bazen gri, başı bazen bulutlarda görünen dağ manzaraları şahane!

- Ara sokaklarda ciddi bir park problemi var, iki yana park etmiş arabalar yüzünden araba kullanmak çok zor geldi.

- Deniz burada aile sevgisi sağanağından sarhoşa döndü. Alabildiğine şımardı. Umarım dönüşte normal hayatımıza dönmekte zorlanmayız!

27 Nisan 2011 Çarşamba

Büyük Devrim Günleri- Çişler Kakalar Klozete!

Hayatımızı değiştirecek, içten içe dört gözle beklediğim büyük devrim gerçekleşiyor ! Deniz çişini ve kakasını söylemeye başladı ahali! Hem de ben düzenli bir çaba göstermedim bile. Sadece 5-6 ay önce Ada ablasının bize transfer olan  lazimligini temizleyip klozetin yanına koydum ve Deniz'e "Bak burası anneyle babanın tuvaleti. Biz çişi kakayım buraya yapıyoruz ya, istersen sen de buraya yapabilirsin. Bu da senin tuvaletin" gibi basit bir açıklama yaptım. Zaten beni de babasını da tuvalette görmeye alışıktı. Anlamış gibi baktı, ben de "hadi gel otur istersen" dedim. İstemedi. Israr yok. Tuvaletten çıktık. Sonra her tuvalete girişimde ona (zaten hep peşimden geliyordu) kendi lazimliğini gösterip aynı hatırlatmayı yaptım. Bir süre sonra korkak ve tedirgin, giyinik olarak oturdu. Sonra pantalonunu çıkarıp bezle oturmayı ve çıplak oturmayı da kabul etti. Ama bunlar uzun süreçlerdi ve düzenli ilerlemediler yani bir iki kez çıplak oturup sonra giyinikken bile oturmayı reddettiği oldu mesela. İpc'den Sinem hanımın ve internetteki okuduklarımın konuyla ilgili tek önemsedikleri ve üstüne basa basa tekrar ettikleri kilit noktası şuydu: "Asla zorlamayın". Ben hep teklif var ısrar yok yaptım. Hatta bazen teklif de etmedim. Sonra bir ara belki bize özendiği için klozete oturmayı tercih eder diye klozet oturağı aldım. Onu gerçekten de daha eglenceli buldu, oturup oturup "anne baba" dedi. Yani anne baba gibi oturuyorum demek istiyor diye tercüme ettim kendince. Ama son 2 aydır falan birkaç günde bir oturup cis kaka beklememize ragmen hiç gelmediler. Biz de " olsun sonra belki gelir" deyip kalktık hep. Ta ki gecen hafta bir aksam tam oynarken kaka kaka diyene kadar. Genelde yaptıktan sonra rahatsız olup söylüyor oldugundan altını degisitrmek için banyoya götürüp altını actım. Aa aaa, kaka yoktu. Ama bizimki klozeti gösterip "kaka kaka", pardon "tata tata" demeye devam ediyordu. "Alla Allah" deyip oturttum. Hiç de beklemiyorken "plop plop" diye suya düşen kaka sesi duyunca nasıl sevindim tahmin edemezsiniz! Çok abartmadan alkış, sevinç ve tebrik sonrası Deniz bitti dedi indi, kakasına bakıp "ba baay" diyerek el salladı ve benim şaşkın bakışlarım arasında sifonu çekti. İste Deniz'in ilk kakası sehir kanalizasyonundaki yerini böylece almış oldu :)

Şimdi sanmayın ki böylece bezsiz günlere geçiş yaptık. Bu kaka yapışı ilk ve son oldu. Bir süre aynen beze yapmaya devam etti. Ama genelde bez takmaktan aşırı rahatsız olmaya başladı. Sürekli bezi çekistirip "anne çıkart" dedi, ben de çıkardım. Bir iki (belki de daha fazla) pantalonunun paçalarına cis veya kaka doldurma vakasından sonra çişini de kakasını da söylemeye kendiliğinden başladı. Şimdi bazen çis tuvalete koşturana kadar biraz kaçıyor ama genelde aksiyon başarılı. Başka odada yalnızken kukusunu iki eliyle tutarak "Nanu çis! Nanu çiş!" diye koşarak mutfağa gelmesini Nuran Hanım anlata anlata bitiremiyor! Sonuçta 3-4 gündür Deniz gündüz bez bağlamıyor. Dışarı çıkarken ve uyurken hariç tabii. Geceleri çok su içen ve çok cis yapan bir bebek olduğu için geceyi nasıl halledecegimi hiç bilmiyorum. Ama acelem yok. BU aşamaya da uzunca bir sürede, hiç zorlamadan geldik, geceyi de böyle böyle çözeriz herhalde.
Yazı pişiksiz, bezsiz, kakalarla muhatap olmadan geçirebileceğim için çok mutluyum! Haydi ben neyse de, Deniz çok rahat edecek çookkk!    
   

Şükür Bloğumuza Kavuştuk !

Bir gün yazmak için blogu açıp karşımda "mahkeme kararıyla kapalidir" diye bir yazı gördüğünde yaşadığım soku nasıl anlatsam? Birden gözümün önüne gönderdiğim bütün postlar ve gelen yorumları getirmeye çalıştım. Annelikle ilgili bir blogda kapatacak ne bulacaklar falan diye saçma saçma düşünürken ( tabii bu aslında insanın gizli gizli kendini ne kadar önemsediği ve buyuttugu ile ilgili bir göstergedir. Devlet polis mahkeme neyse, işi yok senin sitenle uğraşacak!) aklıma başka blogları kontrol etmek geldi neyse ki. Baktım hepsinde bu durum var , kendi kendime baya güldüm tabii. Neyse sonra Google haberlerinde arama yapıp meseleyi öğrendim. Mehre Google'ın telif yasasına uygun davranmayan bir blogu yüzünden bizim muthis yargı sistemimiz butunnnnn Google bloglarını kapatmış! Hey yarabbi! Beklemekten başka yapacak bir şey yoktu. Bir de elimizdeki bir şeyi kaybedince degerini anlarız ya, bir post yazasım geldi ki o aralar, sormayın! Yazamayacagim ya, sırf ondan. Yok yok, sırf ondan değil, biraz yenilik ve gelişmeler de var malzeme çıkaran bana. Neyse iste, sonunda 1 ay kadar mı surdu, biraz daha mı fazla bilemiyorum, tekrar kavuştuk kendi sanal coplugumuze. Haydi o zaman ötelim!

Yalnızlığa Çare

-aslında 8 Nisan'da, büyük blog yokluğu döneminde, sonra yayımlanmak üzere iphone'a yazılmış yazidir-

Bir yazı yazasım var. Aslında yazıp yazıp sosyal paylaşım yapasım var galiba. Bunun sebebi sanırım 3 aksamdir kocamın sehir dısında olması ve Deniz uyduktan sonra 2 çift laf edecek kimsemin olmaması. Neyse ki kızım artık bana arkadslik edecek kadar büyüdü. Uyku vakti gelene kadar sıkıntı dağıtmak için kendimizi disari atıp gezebiliyor, kitapçıda oyalanip kitaplar alabiliyor, aksam yemeği yiyip sonra barda birer içki (!) icebiliyoruz. Üstelik başka herhangi bir arkadaşımla gitsem bu kadar genc ve yakışıklı barmen ve garsonun ilgi odağı olmayacağımız kesin :) Şaka bir yana gercekten herkesten bir sempati, bir ilgi. Deniz ilgi odağı olmaktan son derece memnun, ben yalnızlıktan kurtulduğum iki çift laf edecek birini bulduğum için. Gerçi bu sekilde muhabbet sadece ve sadece deniz ve karşımızdaki insanın varsa cocuğu etrafında donüyor ama ben hiç şikayetçi değilim zaten bu aralar öyle bir durumdayım ki herkese sürekli Deniz'in fotograflarını göstermek ve marifetlerini anlatmak istiyorum. Kızıma hayranlığım ve tutku seklinde askım her gün artıyor. Kocama da öyle. Memnun olmasam da itiraf etmeliyim ki her hafta 2-3 gece ayrı kalmak evliliğe özlem unsurunu ekleyerek duyguları canlandırıyor, yoğunlastiriyor.
Bana su an yaşadığım hayatla ilgili yapacak tek şey kalıyor: şükretmek. Binlerce kez.      

26 Şubat 2011 Cumartesi

Servikal Yetmezlikte Kafa Karıştırıcı Doktorlar

Hamileliğimde servikal yetmezlik tanısıyla bir serklaj (rahim ağzına dikiş atılması) operasyonu olduğumu ve bir süre yatıp sonra normal bir hamilelik geçirdiğimi önceki postlarımı okumuşsanız bilirsiniz. Bu blogu yazmaya başlarken bu konuda internette çok az kaynak bulabilmiş olmam ve ihtiyaç duyduğum paylaşımı kimseyle yapamamam çok önemli bir sebepti. Şimdi görüyorum ki çok haklı bir sebepmiş! Benim yaşadıklarımın benzerini, hatta çok daha kötüsünü yaşayan ne kadar çok anne adayı varmış! Bebeklerini arka arkaya kaybedenler mi isterseniz, bebeğini kaybetmemek için arka arkaya birkaç dikiş atılan mı... Ve bu zorlukları, üzüntüleri yaşayan herkesin ortak sıkıntısı internetteki bilgi yetersizliği.
Şimdi diyeceksiniz ki "Ne gerek var bu kadar internetten araştırmaya, her şeyi bilmeye çalışmaya, mevcut kaba taslak bilgilerle yetinip doktorunuza güvenmeniz gerekmez mi?"

Ne yazık ki iş o kadar basit değil. Bakın Servikal yetmezlik postuna gelen yorumlardan birinde, tüp bebek yöntemiyle zar zor sahip olduğu bebeğini kaybetmiş olan "Adsız" durumu ne kadar açık ve net anlatmış:
"...Bu aşamada maalesef her doktordan farklı bir yaklaşım alan biri olarak son çareyi kendi araştırmalarımla bulmak ve ne yapılması gerektiğine maalesef kendim karar vermekte buldum.
Hayatımın son 5 yılında bir çok farklı operasyona maruz kalmış, zaten normal yollardan bebek sahibi olamamanın yanın da bir de farkedilmemiş risklerle karşı karşıya kalan biri olarak her defasında farklı bir sonuçla yüzyüze kalıyorum. En kötüsü de bir doktorun önerisini diğerinin kabul etmemesi, dahası her yapılanın gerçekten de gerekli olup olmadığının şüphesine düşülmekte."

Aynı durumla ikinci kez hamile kalınca ben de karşılaşmıştım. Kendi doktorumdan başka birinden daha bu hamileliğin risklerini vs duymak istedim ve başka bir doktordan, saygın bir hastanenin prof. doktorundan randevu aldım. Görüşmemeizde durumumu anlatıp kendisinden bilgi-fikir-yorum istediğimi anlattığımda ilk gözlemim burnundan kıl aldırmayan , biraz ukalaca tavırları oldu. Haydi bu kişilikle, egoyla ilgili bir şey, çok önemli değil. Fakat söyledikleri de bir o kadar ilginçti. Doktorumun ilk hamileliğimde koyduğu servikal yetmezlik tanısına katılmadı. Farklı yönde bir tahmini veya tanısı olduğundan değil. Sadece "benim hastam o haftada o kadar rahim açıklığı ile gelse ben hiç birşey yapmam, bu gayet normal bir açıklıktır, ancak durumu gözlemler ve belki biraz istirahat önerirdim" dedi. Servikal serklaja gelene kadar iğneler var kasılmayı önleyen, onlardan yapılabilirdi" dedi. Sanki çok erken,gereksiz ve bilinçsiz bir operasyon geçirmişim gibi konuştu. Hatta doktorumun bunu muhtemelen para için yapmış olabileceğini ima etti ve benim doktorumu neye göre seçtiğimi sorguladı! Bana "acaba güler yüzlü olup sırtınızı sıvazlıyor olduğu için mi kendisini seçtiniz" gibisinden küstahça bir cümle bile kurdu! Zaten her halinden belliydi ki, bu profesör profesör olmuştu ama hastası ile güler yüzlü olup evet, sırtını sıvazlamanın, samimi ve empatik olmanın önemini hiç mi hiç öğrenememişti. Neyse ki benim doktorum (evet sempatik ve güler yüzlü olmakla beraber) iyi bir okuldan mezun, kendini pek çok eğitim ve sertifikayla geliştiren, gazete dergilerde yazıları olan, ve yakınımda birden fazla kişinin birbirinden habersiz gidip hep "çok iyi" yorumlar yaptığı bir doktor olduğundan, bir oparasyon parası uğruna mesleki itibarını hiçe sayamayacak kadar tok ve akıllı olduğundan bu imalar kafamı hiç karıştırmadı.
Ama bu profesör doktor, servikal yetmezlik tanısı olup serklaj yapması için benim geçmişte 1-2 bebeğimi kaybetmiş olmam gerektiğini söyleyince ben isyan ettim! Tabii binbir hevesle ve bazen güçlükle o bebeği yapıp sonra kaybeden kendisi değil! Onun için herşey o kadar basit. Bilemiyorum, belki de literatürde bu söylediğinin doğruluk payı var... Belki tam tanı için böyle bir geçmiş gerekli. Ama bu çok empati yoksunu, insanlar için (özellikle anne adayları için) bir bebeği kaybetmenin acısına çok yabancı ve umursamaz bir yorum gibi geldi bana. Belki başka opsiyonlar da vardı, belki farklı ihtimaller vardı, ama sonuçta bu ihtimallerden biri (hem de büyük bir oranda) bebeğimi kaybetmemdi ve diğer ihtimalleri bekleyip bizi riske atmayan, emin olmak için bebeğimi kaybetmemi beklemeyen doktoruma müteşekkirim. Tıp literatürü ne derse desin. Benim ikinci hamileliğim tamamen farklı sebeplerle sona erdi, ama bir üçüncüsü veya dördüncüsü olduğunda bebeğimi gene Erhan doktora emanet etmeyi düşünüyorum. Ve evet, seçimimde o profesörün küçümsediği ve kendisinde bulunmayan güler yüzün ve rahatlatıcı tavırların da fazlasıyla etkisi var ve bu gayet olmazsa olmaz bir kriter bence.

Sonuçta her doktor sadece bu konularda değil, tıbbın her alanında farklı görüşlere ve uygulamalara sahip. Bebek bakımı konusunda bile hepsi de mesleğinde gayet yetkin olan doktorların birbirinden farklı şeyler söylediğini ve uyguladığını duymuyor muyuz? Sanırım önemli olan hayat görüşünüze, ruhunuza da hitap eden, konuşabildiğiniz ve güvenebileceğiniz bir doktora denk gelmek.

25 Ocak 2011 Salı

Unutmamak İçin

Yıllar geçip "Deniz kaç yaşında konuşmuştu" diye soranların yüzüne bön bön bakmamak için, şimdi hiç unutmazmışız gibi gelen ama çok yakında yeni gelişmelerin heyecanıyla aklımızdan silinip gideceği kesin olan ilk kelimelerden bahsetmek istiyorum.

Deniz'in ismini bilip gördüğünde adını söylediği şeyler:
At, çiçek, diz, ip, çiş, anne, baba, mama, düt(süt), yayu(yağmur), kayu(oyuncak kayu), nanu (Nuran), ptapta (balık), bapta (babça,yani Lehçe anneanne), dede, havhav, miyav, bızzz (arı), brrr (araba), çay, bal, aya (ayak), cısa (sıcak), mu (muz), çufçuf (tren), babaay, ban (babaanne), hala, bebe, bez, hoppa, bam(düşmek), hadi, ema (elma), dum (apartmandaki duman adlı kedi), abi, bom (balon), pop (top)

Söyleyebilşdikleri bu kadarken, anladıkları aldı yürüdü. Artık komplike cümleleri bile anlayıp yapması gerekeni yapıyor, veya itiraz ediyor. Arık yanında konuştuklarımıza dikkat etmemiz gereken bir döneme girdik resmen :)

Uyku durumunda da bir değişiklik oldu son zamanlarda. Takip edenler bilir, bizim Deniz'le en büyük problemimizdir uyutma şekli. Kısa süre öncesine kadar kucakta gezdirerek uyutuluyordu ve tabii ki bel ağrısı ve sinir bozukluğu had safhadaydı bende. Şimdi yılbaşında Manisa'ya halasının evine gittiğimizde planlamadığım halde aniden başladığım bir yönteme döndük. Yatağa (benim yatağıma) yan yana yatıyoruz (tabii önce banyo-pijama- kitap-biberonda süt rutinimiz var) ben ona şarkı türkü ninni söylüyorum ve uyuyor. Sonra onu alıp yatağına koyuyorum. İlk 2 hafta hem gece hem gündüz bir 10 dakika kadar ağlama, kalkmak isteme, evde kim varsa ona seslenme şeklinde itirazları oluyordu, sonra be ısrar edince birden uyuyordu. Şimdi 2-3 gündür maşşşşşşşşşşşallah diyeyim, son derece uyumlu. Rutinlerden sonra hemen yatıyor, saate bakıyorum uyuması 7 dakika, 12 dakika falan sürüyor. Rüya gibi! desem deeeee aslında bunun da yan etkisi yok değil. Bu sefer bana sarılarak, benim kokumla uyumaya alıştığı için sabaha karşı 2-3 veya 4 civarı uyandığında beni istiyor, ve kucağımda anında uyusa da yatağa koyunca uyanıyor. Bu sefer gecenin sonunda bizim aramıza alıyorum ki hepimiz uyumaya devam edebilelim. Şimdilik bizim için hiçbir mahsuru yok, hatta sabah onun mis kokusuyla uyanmak hem benim hem babasının bayıldığı bir şey. Ama kesin daha sonra başımıza dert olacak bu iş. Şimdi olmazsa, biraz büyüyüp biz onu anneanne-babaannesine bir iki gece bırakmak istediğimizde... Bu yüzden şimdiki durumdan memnun olsam da gene tek ve en doğru çözüm olan yatağına uyanıkken koyup kendi kendine uyumasını öğretme hedefimden vaz geçmedim :=)

18 AYI DEVİRDİK...tuhaf bir duygu

Bilen bilir, bebelerin hayatında önemli mihenk taşlarından biri bu 18 ay. Biri 3 ay, biri 6 ay, 12 ay, 18 ay ve 24 ay böyle dönemler. Bizim kız da artık resmen 1.5 yaşında bir "abla" oldu :) Bebeklikten iyice çıktı, etrafta koşturup duran, kendi tercihleri ve karakteri olan bir çocuğa dönüştü. Bana sorarsanız, tatlılaştıkça tatlılaşıyor, içimdeki sevgi arttıkça artıyor, aramızdaki bağ git gide hafifleyeceğine sanki güçleniyor. O karakter kendini gösterdikçe, derdini kelimelerle de anlatabilmeye başladıkça diğer çocuklardan farklılaşıyor, kendine has bir çocuk oluyor. "Benim çocuğum" Anlatması zor bir duygu. Kendime bile itiraf etmekten utandığım bir duyguyu hatırlıyorum Deniz'in yeni doğduğu günlere ait. O zamanlar bazen Deniz'e bakıp hayretle fark ederdim ki bir şey olsa da bu bebek ölse, öyle deliler gibi üzülüp "evlat acısı" ile kahrolmayacağım. Sanki Allah Korusun tabii ki ama öyle birşey olsaydı hemen bir tane daha yapardım ne olacak ki gibi bir duygu içindeydim. Tabii hemen peşinden gelen bir suçluluk dalgasıyla bu saçma düşünceleri atardım kafamdan. Ama şimdi artık (şimdi dediysem uzun zamandır bu böyle) böyle bir düşünce bile beni dehşete düşürmeye yetiyor. Bırakın ölümü kalımı, hastalığı veya bir sebepten uzun süre ayrı kalmak zorunda kalma ihtimali bile... Neyse, bırakayım bu kötü düşünceleri saçma lafları. Ama ne demek istediğimi anlatabildim değil mi? Artık o herhangi bir bebek olmaktan çok uzak.. Yeri doldurulamaz, başka kimselere benzemeyen, biricik kızım...

PS Sonradan bu yazıda anlattıklarıma dönünce geçen aylarda daha karnımda 8 haftalıkken kaybettiğim bebeğime ne kadar üzüldüğüm geldi aklıma. Teoride ortada daha bebek bile yokken...